29 Ekim 2014 Çarşamba

Bir Fesleğenin Hikayesi








Bazı günler vardır; güneş açar, çok geçmeden kara bulutların arasında kaybolur, yağmur başlar inceden, sonra hızlanır yağmur, yine güneş açar sonra. Karmakarışık akar işte o günün içinde zaman...İşte tam da böyle bir günde gittim ve ona dedim ki: “Seni seviyorum.” 

Kızları rahatsız etmenin cesaret sayılmadığına, aşk denen şeyin seksten ibaret olmadığına inanarak söyledim bunu. Açık kahverengi gözleriyle bana baktı. Turuncu saçlarını rüzgar dağıtmıştı. Baktı, baktı, baktı... Bazen olur ya hani bakarsın boş boş. İşte o da o şekilde baktı; boş ve anlamsız. Gözlerine anlam yükleyememiştim. İyi biri olduğuma inanıyordum ama iyi olduğumu kendi kendime düşünmemin bir anlamı yoktu, başkalarının da benim iyi biri olduğumu düşünmeleri gerekiyordu, herkesin değil bir kısmının düşünmesi yeterdi iyi insan sayılabilmem için. 


Hem iyi biri olmak aşk içinde bir ölçüt sayılmazdı ki.

İyi biri olmam iyi bir aşık olacağım anlamına gelmezdi. 

Suskunluğu canımı sıktı, bazı insanlar her telden konuşmak ister canı sıkkın olduğunda, ben de konuşmaya başladım her telden...O da bakmaya devam etti. “Olmaz mı?” dedim. Bir şey söylemedi. “Anladım.” dedim. Boş boş baktı yine. “Siktir git be sen ne anlarsın!” dedim sinirlenerek. Misketinle oynarken mahallenin büyük abisi gelip o misketine çöker ya, o küçük çocuğun dediği gibi dedim: “Siktirrr git!”


Döndüm arkamı yürüdüm. Yürüdükçe boşaldı gözümün yaşları… Kimse kimse için ölmez, demişti zerdüşt. O ne bilir ki. En yakın bakkala girdim, “Jilet var mı?” dedim.”Var.” dedi, verdi, çıktım. Plastik kısmını kırdım, sadece metal kısmı, saf jileti ortaya çıkardım. Damarlarımı dikine kestim.


Kan... Kiminin midesini bulandırır ancak çok az insanın kaderidir akan kanını izlerken pişmanlık duymadan kendi ölümüne şahit olmak. O aktı, aktıkça bedenim üşüdü, o üşüdükçe gözlerim karardı.

İntihar edenlerin cenaze namazı kılınmaz, der Kur’an. Kılınmadı da… Beni hiç bilmediğim bir yere hiç bilmediğim kimseler gömdü. 


Karanlık, karanlık… Toprağın altı nasıl bir sonsuzluktur bilir misiniz? Hareket edememek... Karnının şişmesi...Ve minik böcekler, kurtlar... Ah o kurtlar… Bedenini kemiren, seni yavaşça yiyip bitiren… Geriye kemiklerin kalana dek. Kendi leş kokunu duymak nasıl yeni intiharlara yol açar… Bedenini o kurtlara, böceklere hediye edersin istemeden. Her hücren bu küçük canlılarda hayat bulur. Sonraları onlar da ölür. Karışırsın toprağa yavaş yavaş. Bu uzun yıllar sürer bazen.

Bir gün öylece beklerken toprakta, bir vakum beni içine çekti. Bir damara karıştım. Yavaş yavaş yükseliyordum, uzaklaşıyordum topraktan. Yol almaktan başım döndü. Gittim, gittim, gittim... Gittikçe güneşi gördüm. Durdum ve güneşe baktım. O da bana baktı. Bir aşkın sonunda, o açık kahverengi gözlerin sonunda, buradaydım. Kurtlardan, böceklerden kurtulmuş… 


İşte tam burada, güneşin karşısında genç bir çınar ağacının yaprağındaydım şimdi. O yaz çok güzeldi, altımda oynayan çocukların sesini duyabiliyordum. Bazı aşıklar gelip isimlerinin baş harflerini kazıyorlardı, bu durumda ben de ufak da olsa bi acı hissediyordum. Güneş her gün bedenimi yıkıyordu, gecenin serinliği doyumsuz hazlar veriyordu. Sevmiştim yeni hayatımı. Ben bir çınar ağacının yaprağıydım sadece. Seni bıraktığım günden beri yaptığım en iyi iş bir çınar yaprağı olmak. Yeşil... Sevmiştim bu rengi. Belki de renklerin en güzeli.

Ama gün geçtikçe tazeliğimi kaybettim. Sonra, nasıl insanların saçlarına ak düşer ya, bana sincabi çöktü. Sincabi, sincap rengi… Kahverengi yani... Yaşlılık bu mu? Hızlı bir gençlik,hemen sonra, hızlı bir yaşlılık... Her çınar yaprağı bir yaz yaşarmış. Yavaş yavaş kurudum, yazın bitmesini izledim hüzünle. Bir sabah, arkadaşlarımın tek tek düşmesini izlerken, bir poyraz beni de sarstı. İyice gücünü kaybetmiş sapım daha fazla tutunamadı dala, koptum. Uğraştım tutunmak için, ama nafile. Hayata tutanamayanlardık biz… Yoksa burada işimiz neydi.

Yavaşca süzüldüm, bir sürü ölmüş arkadaşımın yanına uzandım. Boşluk… Bir kez daha ölüm.


Bekledik... Bekledikçe, rüzgar tüm çınar yapraklarını birbirinden uzaklaştırdı, dağıldık...Yağmur yağdı üzerime, parçalara ayrıldım. Her parçama kar yağdı, bembeyaz karın altında kayboldum. Kar suyu çok soğuktu. Yalnızlık... Senin o açık kahverengi gözlerin gibiydim şimdi. Her bir rüzgar beni senin olduğun coğrafyadan çok uzak yerlere sürükledi. Üzerime sonsuz yağmurlar, karlar yağdı. Sonsuz güneşler açtı. Ve yine başladığım yere geldim. Toprağa karıştım. 


İçimde karıncalar koloni oldu, yuvalar açtı. Bir ot iliklerimi emdi bazen. Bazen güneş ciğerimi kuruttu...


Yine günler, tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali akarken, bir adam geldi, küreği kaptığı gibi beni siyah bir poşete doldurdu. Belle iyice parçalarıma ayırdıktan sonra daha küçük bir poşete koyup gürültülü ve kalabalık bir yere götürdü beni. Halk pazarıydı burası. Beni alan adam bağırıyordu, "Gübree!" diye. Yanımda satılık çiçekler vardı rengarenk.


Yıllar sonra seni o halk pazarında gördüm. Beni alırken adamla pazarlık yaptın, bir şeyler söyledin, avuçlarına alıp kontrol ettin, sonra kayıp gittim parmaklarının arasından... Ellerimi hiç tutmayan sen, şimdi beni bir gübre olarak kucakladın. 


Eve gittik birlikte o kalabalık pazardan kurtulup. Evin bahçeliydi, güzeldi. Bahçenin kapısı açtın. Bir çocuk, "Anne!" diyerek üzerine atıldı. "Kızım fesleğeni getir." dedin. O fesleğeni küçük bir saksıdan biraz daha büyük bi saksıya koydun. Dibine beni döktün, üzerime de su. İçime çektim suyu. Yavaş yavaş fesleğen olacaktım artık... 

Beni aldın sonra, sivrisinek gelmesin diye sanırım, yatak odandaki pencerenin önüne koydun. O gece ben fesleğene karıştım, bir sürü günaha şahit oldum o gece... Sonra sen uyudun... Günün ilk ışığıyla yanıma geldin yataktaki herifi bırakıp. Kokladın beni. Ellerini tenimde gezdirdin, daha da mis koktum mutluluktan... Artık ben hep yanındaydım. 

Beni en çok mutlu eden ne oldu biliyor musun? Beni koklarken söylediğin şey. "Ulaş, ben sana layık değildim..." 

Artık buradayım, yanında. Ta ki bu fesleğen kuruyup, çöpe atılana kadar. 

Kısır döngü dedikleri bu olsa gerek.

28 Ekim 2014 Salı

Hayaller





Yaşlanınca gerçekleştirmek istediğimiz hayaller...

Çoğumuzun kafasında kurduğu küçük bir sahil kasabasında ufak bir evle başlayıp uzun uzadıya giden küçük hayalleri vardır. Kaba olacak fakat onun da içine ettiler. Ettiler, öyle bir ettiler ki, kendi kendime hayal satar oldum.

Biri tutmuş saat hediye etmiş, öteki tutmuş cari açığı kapatmış, bir diğeri kaçak saray yaptırmış. Birine Gandhi demişler, kemiklerini sızlatmışlar. Biri de der açılım, cevap hemen bariz, sürecini parçalamayın. Diğer yandan işid teröründen kaçan sığınmacılar diğer taraftan bunların içine gizlenmiş hırsızlar, tecavüzcüler mahkumlar... 

Güneyde kukla örgütler, maksat petrol paylaşımı. 

Yok özgür Suriye yok, beyaz kefenliler, yok işid. Az aşağısında İsrail, Filistin. Kuzeye çık, Rusya'nın Ukrayna'da işi ne. Doğuya bak Ermeni sorunu diyorlar. Doğunun doğusuna bak Afgan halkı sıkıntılar içinde. İleri demokrasi oraya yıllar önce girdi ya. 

Batıda taht oyunları. Okyanusun diğer yanında Haiti'de açlık. Yeni Venezuella kuruldu, kapitale hizmete başladı. Afrika zaten içler acısı ve daha aklıma gelmeyen bir sürü yer...

Ne hikmetse buralara hep ileri demokrasi getirmek için girdiler; karıştırdılar. Bu yerlerde yaşayanların tek suçu bastıkları toprakların çok zengin olmasıydı.


Sahi nereden geldik buraya. Hatırladım; bir göz evim olsun, ufak bir de kayık, balığımı tutar, mangalımı yakar, rakımı içerim. Hatta hepsi Ay'da olsun. Kafam güzel olunca da dünyaya bakar bakar, yiyin lan birbirinizi, derim. Belki harmandalı bile oynarım.

21 Ekim 2014 Salı

Göz Pedi


 

Edison ışığı buldu bulalı tüm dünya aydınlandı.Önce insanoğlu karanlıkta yalnız kalmayı unuttu. Sonra da yalnızlığın kutsallığını. Ancak ışıktan sonraki en büyük icat da göz pedleri oldu bence. Çünkü göz pedleri hep Edison'dan öncesini, kaybettiğimiz değerleri hatırlatır oldu.

Çoğu zaman güzel bir kabusu böler bazen yanan bir ışık. Sayısı oldukça fazla olan insanların aksine ben kabuslarımdan kan ter içinde uyanmak istemem. Kabusların kutsallığına inanırım. Ben kabuslarımda kendimi Oscar almış bir filmin başrol oyuncusu gibi hissederim. Büyük hazırlıklar yapılmış, ismim okunmuş ve ben o sahneye çıkmışım, o ödülü ben almışım. Ama, göz pedleri ışığa engel olmaz sadece, gerçeklere de engel olur. Bazen bir gerçek bir hayata bedel olur, ya da öyle bir şey işte. Her gerçek bir acıya bedeldir. Acıyla yoğrulup ondan ders çıkaranlar ise büyük insan olurlar. Mesela Mustafa Kemal Atatürk, Dostoyevski, John Fante, Charles Bukowski, Kurt Cobain ve daha niceleri.

Ara sıra kalabalık bir bulvarda yalnız yürümek, sakin bir yerde oturup bir çok şeyi düşünmekten iyidir. Ya da feribota binmeye çalışırken, sırf 'Soldier of fortune' çalmaya başladı diye feribotu kaçırmak. Ara sıra da büyük bir şehirde bir yolda karşıdan karşıya geçmek, sırat köprüsünden geçmekten daha zordur. Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakmak gerekir, ilkokulda öyle öğrettiler bize. Sonra yürüyüp kendini sarı ışıklı iki gözlü şeytana bırakmaktır canını.


İntihar ederken de kurallara uymak gerekir. 

Bazı gerçekler vardır ki bu en büyük icatlardan biri olan göz pedleri bile engelleyemez. Kendine bir hayat kurarsın, yıllarını alır, ancak kırk beş saniyede o hayat senden geri alınır. Umulmadık bir on yedi ağustos sabahında. Kırk beş saniye kimine göre yalnızca kırk beş saniyedir. Kimine göre ise bir ömürdür kırk beş saniye. Şimdilerde televizyon izlediğim nadir anlarda, yarışma programlarında bu tarih soruluyor, bilemiyorlar. Oysa o kadar kolay ki. Keşke bir göz pedi bu gerçeği örtebilseydi. Eniştemi gördüm önce, göğsünde beton bir blok, dudakları susuzlıkdan kurumuş kanamıştı. Kuzenimin yerini anlattı. Su vermediler, midede basınç oluşmasın diye. Beton bloğu çektiler bir dozer yardımıyla. Kan damarlarına basınç yaptı ve öldü. Kuzenim ise o göçükten cansız bedeniyle güldü hayata. Keşke enişteme su verselerdi. işte o an ne Edison'un ışığı ne göz pedinin yokluğu ne intiharın gizemi hiç bir şey ama hiç bir şey bu anı aydınlatamadı.


Ölüm beklenmedik anlarda beklenmedik şekillerde gelir. Ben henüz on yedi yaşına yeni girmiştim. O an etrafımda gözü yaşlı akrabalarım. Feryat eden dayım ve kemiklerimi kırarcasına bana sarılan babam vardı. Ben o gün orada hiçbir şey hissedemedim ama hiçbir sey. Şimdi ise hissedemediğim o anı kabuslarımla hissediyorum bir film yıldızı gibi. Uyanmak istemiyorum. Göz pedimi ellemeyin.

14 Ekim 2014 Salı

Sensiz Kalınca






Sensiz kalınca,
Başıma gelecek

En kötü şeyin

Sensizlik ya da yalnızlık
Olmadığını anladım.
Yalnızlığa ve sensizliğe alışmak.

İşte bu beni çıldırtıyor.


7 Ekim 2014 Salı

Büyük Patronlar

  


          İletişim çağında yaşayıp iletişimsizleştirildiğimiz şu günlerde, dünya artık daha yaşanılamaz bir hale gelmektedir. Servetlerine servet katmaya çalışan ve bu yolda herşeyi mübah gören büyük patronlar, bu kötü gidişin baş aktörleridir. Son dört yıldır, ürettiğinden fazlasını tüketen bir dünya, her gün iki milyar adet alışveriş poşetinin kullanıldığı bir tüketim çılgınlığı ve yine farkında olmadan hepimize dikte edilen büyük patronların emirleri.

            Ülkemizden yola çıkarak bu büyük oyunu biraz geri pencereden incelersek, gerçeği rahatlıkla görebiliriz. Büyük patronların maalesef bu yolda yaptıkları ilk şey, bize düşünmemeyi dikte etmeleri oldu, hem de “düşünen beyinler zararlı fikirler üretir “ diyerek. Gayet net bir şekilde yaptılar bunu. Hepimizi cep telefonu sahibi yaptılar, ardından yeni çıkan bir modeli almak "moda akımına" uymak oldu. Bir taraftan, ürettiklerini bir anda değil, yavaş yavaş, modeli küçük nüanslarla geliştirip pazara sunarak servetlerine servet kattılar, diğer taraftan,  insanları dinleyerek, attıkları her "adım"ı takip ederek fişlediler, çıkacak bir olayı, onlara göre zehirli düşünceleri, sosyal yapılanmayı, daha doğmadan önleyecek düzeye geldiler. Bu artık öyle bir hal aldı ki, insanlar sabah kahvaltısında ne yediklerini, o gün ne giydiklerini, nereye gittiklerini, nerde olduklarını, o anda ne yaptıklarını, bir çok şeyi afişe etmeye başladı. Cep telefonundan kimlik ve yer tespiti o kadar ucuz bir teknolojidir ki, geçtiğimiz yıllarda nöbeti sırasında telefonla pizza siparişi veren iki İsrail askeri, yerini deşifre etmiş, yaklaşık yüz dolarlık bir cihazla İsrail askerlerinin yerini belirleyen Filistinliler saldırıda bulunmuştur.

            Hele ki ülkemizde yaklaşık iki asgari maaşa denk gelen bu telefon fiyatları, yine asgari maaşla çalışan birçok yurttaşımızın elinde bulunmaktadır. Çünkü o telefona sahip olmazsa, kendini kötü hissedeceği bir duygu durumuna büründürülmüştür. Peki asgari maaşla yaşamını idare etmeye çalışan biri bu telefona nasıl sahip olabilmektedir? Bu konuda imdadımıza, bizi "geleceğe" borçlu yapan kredi kartları yetişti. Bizi fişlemeleri sadece telefonlarla yapılmadı. Aynı zamanda herkesin kredi kartı sahibi olması sağlandı.

            Yurt dışında, bazı ülkelerde bulunan, "ülke ekonomisinde yüzde 9'dan fazla yabancı sermaye bulunamaz" ibaresi ne yazıktır ki bizim ülkemizde yerini, yüzde 52 yabancı sermayeye bırakmış durumdadır. Günlük dizilerde dikte edilen lüks yaşama, insanlarımız, kredi kartıyla sahip olmaya çalışmaktadır. Kredi kartlarıyla ve bankaların sağladığı kredilerle insanlar, gelecek yıllarını ve henüz kazanmadıkları, ceplerine girmemiş paralarını borç altına almışlardır. Bu aleni bir şekilde insanların geleceği çalmak, yani ömür hırsızlığı, değil midir? Emek hırsızlığı değil midir?

            Emek demişken, bir diğer üzerinde durulması gereken konuda "emek"tir. Modaya uyduğu için satın aldığınız ürünlerin,o büyük markaların, üretim yerlerinin uzak doğu ülkeleri olduğunu fark ettiniz mi hiç? Peki neden? Çünkü emeğin, işçiliğin, insan hayatının ucuz olduğu yerler buralar. Kendi ülkelerinde iş güvenliğini, işçi haklarını ve emekçi maaşlarını, ayrıca en önemli konu olan insan hayatının pahalılığını yok sayarak, sırf maliyeti düşürmek için fabrikalarını bu ülkelerde açmaktadırlar. Bu bir nevi kölelik sistemi değil midir?  Her seferinde insan haklarından bahsedenler, bu şartlarla ilgili neden hiç konuşmazlar? Bu büyük patronların tek amacı, ham madde bulmak, ucuz maliyet ve ürettiklerini satacak pazarlar bulmak.

           Bu ham madde bulma yarışına, enerji savaşı da diyebiliriz. Bazı ülkeler kendi içinde ırk savaşlarıyla, mezhep savaşlarıyla, sağcı - solcu olaylarıyla birbirine düşürülürken, farklı bir pencerede,  dünyanın en zengin seksen beş kişisinin servetiyle üç buçuk milyar insanın karnının doyurulabileceği ancak her gece yaklaşık iki buçuk milyar insanın aç yattığı; Amerika'da obezite sebebiyle ölen her beş kişiye karşılık, Afrika'da bir kişinin açlık sebebiyle yaşamını yitirdiği; eşitsizliğin belki de tarih boyunca en çok zirve yaptığı dönemdeyiz.          Cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusunun yüzde yetmişi köylerde yaşayan ülkemizde, günümüzde ise sadece nüfusunun yüzde yirmisi köylerde kalmıştır. Tarım ülkesi olması gereken ülkemizde, köylü bile sütünü, yoğurdunu, yumurtasını, balını, ekmeğini hazır olarak almakta, köylerde de kent yaşamının esintileri görülmektedir. Köylü, yurt dışından aldığı, genleriyle oynanmış tohumlarla elde edilen ürünlerden, yeni tohumlara sahip olamamakta, ihtiyacı için her defasında,  dış ülkelere muhtaç kalmaktadır.

            Her sanayi devrimi yapmaya kalktığımızda ise; darbelerle, ekonomik krizlerle, iç çatışmalarımızla ve daha bir çok farklı konuyla hedeften çok uzaklaştırılmışızdır.

            Peki her şey bu kadar mı kötü? Evet, her şey bu kadar kötü. Ancak tarihi bağlarımızdan gelen kardeşlik duygumuzla, içimizde ki çalışma azmini ortaya çıkaracak küçücük bir kıvılcımla aşamayacağımız hiçbir engel yoktur. Her zaman inandığım Kemalist devrim, bugünden çok daha zor şartlarda kazanılmıştır. Ulu önderimizin şu sözü sanırım o kıvılcımı bize verecektir: "Düşman çok ise yenilir, para yok ise bulunur, ordu yok ise kurulur."

Yararlanılan kaynaklar:
*Banu Avar, "Yeni Dünya Düzeni Belgeseli", Cnn türk


*Bursa Orhangazi Çakırlı köyü muhtarı, Osman Bulamacı

Bir Ankara Hikayesi




Otobüsten iner inmez suratıma tokat gibi vuruyor Ankara'nın rüzgârı. Otogarın saatine bakıyorum, sabahın beşi.  Ankaray banliyösüne doğru yürümeye başlıyorum. Yürürken düşünüyorum, acaba bu otogar kaç tane kavuşmaya şahit olmuş, kaç kişiye ayrılık yaşatmıştır, kaç tane pırlanta gibi genç askere uğurlanmış, kaç tanesi geri gelebilmiştir...

Seferlerin hala başlamadığını fark ediyorum . Ayaklarım yorgun, yere öylece oturuyorum . Bekleyen insanların sayısı gittikçe artıyor. Herkesin yüzünde mahmurluk, herkesin içinde sabahın erken saatlerinde işe ve okula gitmenin öfkesi, keşke  beş dakika daha fazla uyuyabilseydim düşüncesi...

Banliyöye biniyorum. Bir kız başını sevgilisinin omzuna yaslamış, yüzünde küçük bir tebessüm. Kim bilir kaç defa kavga edecekler, kaç defa barışacaklar... Ama bir gün ayrılacaklar, bir gün mutlaka ayrılacaklar.

Metro aktarmasıyla birlikte Sıhhiye'de iniyorum. Onu ilk gördüğüm, her şeyin başladığı yer, Sıhhıye köprüsü. Gece sabaha kavuşurken telefonla onu arıyorum. Uykudan yeni uyanmış, mahmur sesiyle konuşuyor. "Geliyorum." diyor. Telefonu kapatıyorum. Az ötedeki geyik heykeline bakıyorum. Heykeller üşür mü, üşüdüğünü hissediyorum. Sonra üşüyenin kendim olduğunu anlıyorum. Düşünüyorum, biz bu sabah yalnız uyandık ve bu gece yalnız uyuyacağız. Bunu ikimiz de biliyoruz.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum düşüncelerimle başbaşayken. Sıhhıye köprüsünün altında onu görüyorum. Bana doğru yürüyor, gittikçe büyüyor silüeti. Ben de ona doğru yürümeye başlıyorum. Sarılıyorum sımsıkı. Bedenlerimiz ayrıldığı an, sanki sonsuz bir işkenceye maruz kalıyorum. Birlikte yürümeye başlıyoruz hiç konuşmadan . İçimizden haykırarak söylediğimiz şeyleri birbirimizin yüzüne bakarak söyleyemiyoruz. İkimiz de aşık, ikimiz de çaresiz, ikimiz de umutsuz.

Yürüyüş nihayet Kuğulu parkta son buluyor. Ücra bir köşede bulduğumuz bir banka oturuyoruz. Hiç konuşmadan öylece bakıyoruz ağaçlara. Başını omzuma yaslıyor. Bir kaç saat önce banliyöde gördüğüm çift aklıma geliyor. O başını omzuma koyduğu an, ben kalbimi giyotine bağlıyorum. O başını omzuma koyduğu an, ben bermudada kayboluyorum. Ellerini tutuyorum, "Her şeyi bırakıp benimle gelir misin?" diyorum. Susuyor. Öyle bir susuyor ki, ne ömrüm ne de canım dayanıyor. Öyle bir susuyor ki Atakuleye çıkıp atlayasım geliyor. Az sonra ilk defa konuşuyor, "Ne oldu?" diye soruyor. Gözümün önünde Sadri Alışık beliriyor, bilmem hangi filmin hangi repliği. "Toz kaçtı." diyorum. Oturuyoruz öylece ne kadar oturuyoruz bilmiyorum. Telefonlarımız çalıyor, açmıyoruz. Hafiften yağmur yağıyor, aldırmıyoruz. "Kalkalım artık." diyor. Gitmesini geciktirmek için, "Yemek yiyelim, açım." diyorum. Yine yürüyoruz Mithatpaşa'ya kadar. Bilmem nereye oturup, bilmem ne söylüyoruz. İkimizin de iştahı yok. Bu duruma tek sevinen kediler oluyor. Zaten yaşanacak bir ayrılığı geciktiriyoruz sadece.Masadan kalkıp yürüyoruz yine. Elimi tutuyor sıcacık. O an dilime bi şarkı dolanıyor. Azıcık daha kalsan ne olur, yak bir sigara, ne fark eder ne söylesem de gideceksin zaten, üç beş dakika ne fark eder...

Yine Sıhhiye'deyiz, metroya doğru gidiyoruz. Gitmesini geciktirmek için bir bahane daha uyduruyorum, "Bir sigara içelim mi?", "Olur." diyor. Hayata karşı kazandığım bu büyük zafer yalnızca dört dakika sürüyor. İdam kararımız verilmiş, az sonra sehpaya çıkacak ve bir kaç dakika sonra ölecekmişiz gibi sarılıyoruz. Bırakmak istemiyorum, o beni bırakıyor. Metronun karanlıkta gürültülü bir şekilde gelişini izliyoruz. Önce  uzaklarda küçük bir ışık, sonra hızla geçen vagonlar. Nihayet duruyor. Kalabakla birlikte metro kapısına ilerlerken, arkasına bakıyor. "Gitme!" diye bağırmak istiyorum. Dilim izin vermiyor. Kapı kapanıyor. Kapının arkasındaki kalabalığın içinden bana bakıyor. Birbirimize düşman gibi mi, pişman gibi mi bakıyoruz, anlayamıyoruz. Tren yavaştan hareketlenince ben de trenle birlikte adımlarımı hızlandırıyorum. Sonra koşuyorum trenin yanında, gözlerimi ondan ayırmadan. Filmlerdeki gibi... Sanki durdurmak mümkünmüşçesine. Yeniliyorum trene, karanlık tünelde gürültüsüyle birlikte yok oluyor.  Öylece kalıyorum orada.

İkimizde biliyoruz, biz bu sabah yalnız uyandık ve bu gece yalnız uyuyacağız.