İletişim çağında yaşayıp iletişimsizleştirildiğimiz şu günlerde, dünya artık daha yaşanılamaz bir hale gelmektedir. Servetlerine servet katmaya çalışan ve bu yolda herşeyi mübah gören büyük patronlar, bu kötü gidişin baş aktörleridir. Son dört yıldır, ürettiğinden fazlasını tüketen bir dünya, her gün iki milyar adet alışveriş poşetinin kullanıldığı bir tüketim çılgınlığı ve yine farkında olmadan hepimize dikte edilen büyük patronların emirleri.
Ülkemizden yola çıkarak bu büyük
oyunu biraz geri pencereden incelersek, gerçeği rahatlıkla görebiliriz. Büyük
patronların maalesef bu yolda yaptıkları ilk şey, bize düşünmemeyi dikte
etmeleri oldu, hem de “düşünen beyinler zararlı fikirler üretir “ diyerek. Gayet
net bir şekilde yaptılar bunu. Hepimizi cep telefonu sahibi yaptılar, ardından
yeni çıkan bir modeli almak "moda akımına" uymak oldu. Bir taraftan,
ürettiklerini bir anda değil, yavaş yavaş, modeli küçük nüanslarla geliştirip
pazara sunarak servetlerine servet kattılar, diğer taraftan, insanları dinleyerek, attıkları her
"adım"ı takip ederek fişlediler, çıkacak bir olayı, onlara göre
zehirli düşünceleri, sosyal yapılanmayı, daha doğmadan önleyecek düzeye
geldiler. Bu artık öyle bir hal aldı ki, insanlar sabah kahvaltısında ne
yediklerini, o gün ne giydiklerini, nereye gittiklerini, nerde olduklarını, o
anda ne yaptıklarını, bir çok şeyi afişe etmeye başladı. Cep telefonundan
kimlik ve yer tespiti o kadar ucuz bir teknolojidir ki, geçtiğimiz yıllarda
nöbeti sırasında telefonla pizza siparişi veren iki İsrail askeri, yerini
deşifre etmiş, yaklaşık yüz dolarlık bir cihazla İsrail askerlerinin yerini
belirleyen Filistinliler saldırıda bulunmuştur.
Hele ki ülkemizde yaklaşık iki
asgari maaşa denk gelen bu telefon fiyatları, yine asgari maaşla çalışan birçok
yurttaşımızın elinde bulunmaktadır. Çünkü o telefona sahip olmazsa, kendini
kötü hissedeceği bir duygu durumuna büründürülmüştür. Peki asgari maaşla
yaşamını idare etmeye çalışan biri bu telefona nasıl sahip olabilmektedir? Bu
konuda imdadımıza, bizi "geleceğe" borçlu yapan kredi kartları
yetişti. Bizi fişlemeleri sadece telefonlarla yapılmadı. Aynı zamanda herkesin
kredi kartı sahibi olması sağlandı.
Yurt dışında, bazı ülkelerde bulunan,
"ülke ekonomisinde yüzde 9'dan fazla yabancı sermaye bulunamaz"
ibaresi ne yazıktır ki bizim ülkemizde yerini, yüzde 52 yabancı sermayeye
bırakmış durumdadır. Günlük dizilerde dikte edilen lüks yaşama, insanlarımız,
kredi kartıyla sahip olmaya çalışmaktadır. Kredi kartlarıyla ve bankaların
sağladığı kredilerle insanlar, gelecek yıllarını ve henüz kazanmadıkları, ceplerine
girmemiş paralarını borç altına almışlardır. Bu aleni bir şekilde insanların
geleceği çalmak, yani ömür hırsızlığı, değil midir? Emek hırsızlığı değil
midir?
Emek demişken, bir diğer üzerinde
durulması gereken konuda "emek"tir. Modaya uyduğu için satın
aldığınız ürünlerin,o büyük markaların, üretim yerlerinin uzak doğu ülkeleri
olduğunu fark ettiniz mi hiç? Peki neden? Çünkü emeğin, işçiliğin, insan
hayatının ucuz olduğu yerler buralar. Kendi ülkelerinde iş güvenliğini, işçi
haklarını ve emekçi maaşlarını, ayrıca en önemli konu olan insan hayatının
pahalılığını yok sayarak, sırf maliyeti düşürmek için fabrikalarını bu
ülkelerde açmaktadırlar. Bu bir nevi kölelik sistemi değil midir? Her seferinde insan haklarından bahsedenler,
bu şartlarla ilgili neden hiç konuşmazlar? Bu büyük patronların tek amacı,
ham madde bulmak, ucuz maliyet ve ürettiklerini satacak pazarlar bulmak.
Bu ham madde bulma
yarışına, enerji savaşı da diyebiliriz. Bazı ülkeler kendi içinde ırk
savaşlarıyla, mezhep savaşlarıyla, sağcı - solcu olaylarıyla birbirine
düşürülürken, farklı bir pencerede,
dünyanın en zengin seksen beş kişisinin servetiyle üç buçuk milyar insanın
karnının doyurulabileceği ancak her gece yaklaşık iki buçuk milyar insanın aç
yattığı; Amerika'da obezite sebebiyle ölen her beş kişiye karşılık, Afrika'da
bir kişinin açlık sebebiyle yaşamını yitirdiği; eşitsizliğin belki de tarih boyunca
en çok zirve yaptığı dönemdeyiz. Cumhuriyetin
ilk yıllarında nüfusunun yüzde yetmişi köylerde yaşayan ülkemizde, günümüzde
ise sadece nüfusunun yüzde yirmisi köylerde kalmıştır. Tarım ülkesi olması
gereken ülkemizde, köylü bile sütünü, yoğurdunu, yumurtasını, balını, ekmeğini hazır
olarak almakta, köylerde de kent yaşamının esintileri görülmektedir. Köylü,
yurt dışından aldığı, genleriyle oynanmış tohumlarla elde edilen ürünlerden,
yeni tohumlara sahip olamamakta, ihtiyacı için her defasında, dış ülkelere muhtaç kalmaktadır.
Her sanayi devrimi yapmaya
kalktığımızda ise; darbelerle, ekonomik krizlerle, iç çatışmalarımızla ve daha
bir çok farklı konuyla hedeften çok uzaklaştırılmışızdır.
Peki her şey bu kadar mı kötü? Evet,
her şey bu kadar kötü. Ancak tarihi bağlarımızdan gelen kardeşlik duygumuzla, içimizde
ki çalışma azmini ortaya çıkaracak küçücük bir kıvılcımla aşamayacağımız hiçbir
engel yoktur. Her zaman inandığım Kemalist devrim, bugünden çok daha zor
şartlarda kazanılmıştır. Ulu önderimizin şu sözü sanırım o kıvılcımı bize
verecektir: "Düşman çok ise yenilir, para yok ise bulunur, ordu yok ise
kurulur."
Yararlanılan
kaynaklar:
*Banu Avar, "Yeni Dünya Düzeni Belgeseli", Cnn türk
*Bursa Orhangazi
Çakırlı köyü muhtarı, Osman Bulamacı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder