28 Kasım 2014 Cuma

Mavi Göz


Onun karşısında otururken,
Güzelliğini anlatmak için
Bir ressam ya da bir şair
Olmak zorunluluğunu hissederdim.
İçinde kaybolduğum bir çift masmavi göz,
Ruhunda yitirdiğim benliğim.
Kaçmak istedim ondan,
Saklanmak.
Sanki dünyada yaşamayı öğrenebilmişim gibi,
Evrenin herhangi bir gezegenine kaçmak.
Ve onun beni bulmasını beklemek.
İmkansızı istedim.
İmkansız ne zaman olmuş ki?
Şimdi olsun.

9 Kasım 2014 Pazar

Üç çocuk














Ülkemizde son zamanlarda , bir üç çocuk muhabbetidir, gidiyor. Bu konunun ilerleyen yıllardaki sınıfsal nüfus sayısıyla bir alakası olabilir belki, bilmiyorum. Ancak bu tarz söylemlerin fizibilitesinin iyi analiz edilmesi gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Öncelikle geçmiş dönemlerde, Hitler ve Mussolini gibi faşist liderlerin de benzer söylemleri olduğu bilinen bir gerçektir.

Bektaşi’nin dediği gibi “Rızkını vermeyecek olduktan sonra , yap yap koyuver.” Peki nedir bu rızk meselesi?

Ülkemiz de bebek ölümlerinin sayısı Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) verilerine göre, AB ülkelerinden 9 kat fazla. Yani AB ülkelerinde binde 4 iken, bu oran ülkemiz de binde 37,4.

Yine DPT verilerine göre, ülkemizde 8384 sağlık evinde ebe bulunmamakta, 773 sağlık ocağın da ise doktor yok.

12 Nisan 2014 tarihinde Anadolu Ajansı’nın yaptığı haber de ise ülkemizde ki okulların sınıf başına düşen öğrenci ortalaması 29.

DİSK-AR ‘ın yaptığı çalışmalarda, ülkemizde 958.000 çocuk işçinin olduğu tespit edilmiştir. Bu sayı her iki çocuktan birinin çalışması anlamına geliyor. Türkiye bu sınıflandırmada Asya ülkeleriyle aynı bölümde yer almaktadır.
Yine ülkemizde TÜİK, bakanlıklar ve sivil toplum kuruluşlarının araştırmaları sonucu ortaya çıkan tablo da hiç iç açıcı değil maalesef. Geçen yıl iş kazaların da 59 çocuk işçi yaşamını kaybetmiştir. 20 çocuk ise intihar etmiştir. Ülkemizde 10 bin çocuk dilenci olduğu tahmin ediliyor. Son 3 yılda suça sürüklenmiş çocuk sayısı 250 bin. Bir yılda okula hiç kayıt yaptırılmayan çocuk sayısı ise 75 bin. Son üç yılda 27 bin çocuğumuz ise kaybolmuştur. Yine son üç yılda adli kaydı olan 70 bin çocuk,taciz ve tecavüz mağduru olmuştur.

Kısaca bu tarz söylemleri siyasi bir pencere yerine, verilerle incelersek işin içler acısı halini görmüş oluruz. Hepimizin mutlaka gözüne ilişen bir karedir , küçücük çocuk gelir sigara ister, ekmek parası ister. Mutlaka görmüşüzdür, ağzında emzik yerine sigarayla dolaşan küçücük çocukları. Ülkemizde futbol oynamak haricinde çocuklarımız spor yapamamaktadır. Ki futbol tesislerinin azlığı ve yetersizliği de bilinen bir gerçektir. Hiçbir olimpiyatta, ülkemiz ciddi manada yüzücülerimizle, atletlerimizle, okçularımızla, buz patencilerimizle, kayakçılarımızla, temsil edilememiştir.Çünkü biz çocuklarımıza spor yaptıramayan bir ülkeyiz.

Tüm bu mağduriyetler ortada dururken üç çocuk yapın demek , intihardır ,ileriki yıllarda daha büyük sorunlar demektir. Birinci önceliğimizin önce mağduriyeti gidermek olduğu gerçeği saptırılmamalıdır.

Başa dönecek olursak, Bektaşi'nin dediği gibi: 

“Rızkını vermeyecek olduktan sonra,yap yap koyuver."

7 Kasım 2014 Cuma

Koku



Çamaşırları makineye attım. Attım, senin kokun vardı hepsinde. Attım, hem de defalarca, attım çünkü kokun çıkmadı. Atıyorum, kokun çıkmasın diye. Evet, ruhumu her gün atıyorum.
Düşünmeyi, pek de alışık olmayan beynimle düşünme eylemini gerçekleştirdim bugün. Hani olur ya bazen, dünyayla yüzleşmek istemediğin zamanlar olur. Alkolün, tüm dünyanın aslında bir düş olduğunu ve beni bu düşten uyandıran şey olduğunu anladım.
Anasını sattığımın yerküresinde arabalara, süper evlere, lüks yaşama, savaşlara, markalara ve daha aklıma gelmeyen bir sürü şeye bizi o kadar alıştırmışlar ki, hayatta karşılığı maddi olmayan tek şeyi yaşamayı unutturmuşlar."Aşk" ismi. 

Ancak insanın maddiyata olan aşkı değil, insanın insana olan aşkı. Bir kadının bir erkeğe , bir erkeğin bir kadına olan aşkı. Tam da bu aşk mevzusu ve bu çamaşır yıkamam olayı iki çemberin kesişim kümesi oluşturduğu nokta da birleşiyor.
Sen gittin ve ben bittim. Sen gittin ve ben bir çocuk parkının önünden geçtim. İt gibi üşüyorum. Ama üşümeyi severim. Üşümek bana yaşadığımı hatırlatıyor. Sen gittin ve ben o çocuk parkında, o soğukta yalnız başıma tahterevalliye bindim. Sen gittin ve ben sensiz kaldım. Sen gittin ve ben o tahterevallide sensizliğin ağırlığıyla havaya kalktım.
Bir bilim dergisinde okumuştum. İnsan burnu üç hafta duymadığı kokunun tadını unutuyormuş. Sen gittin ve ben ne dudaklarının tadını unuttum ne de kokunu. Bu durumda ya burnumla ilgili bir rahatsızlığım olmalı ya da deliriyor olmalıyım.
Kokunu unutamıyorum. Evet unutmak istiyorum , ama unutamıyorum. Bu parfüm kokusu değil ama senin ten kokun. Kendimi yıkıyorum, burnumu yıkıyorum, eşyalarımı yıkıyorum, evi siliyorum ama kokun gitmiyor. Kurşun geçirmez beynim, kokunu hep geçiriyor.
Kimileri de bana saçma sapan sorular soruyor. Sen de neden normal insanlar gibi değilsin? Normal olan bir insan var mı ki.

Yine o salak bilim dergisin de okudum.Hani hayatım gözümün önünden film şeridi gibi geçti diyorlar ya. İşte o neymiş biliyor musunuz, insan, beyin ölümü gerçekleştikten sonra, 72 saniye boyunca çocukluğundan başlayarak, tüm yaşamının özetini gerçekten izliyormuş. Benim filmim, video oynatıcının çizik cd'de yaptığı gibi, sen de takılıp kaldı. Ve ben o cd'nin çizik kısmından , geriye doğru baktığım zaman , düşman gibi yoksa pişman gibi bakacağımı bilmiyorum.
Sessiz çığlıklar atıyorum, beynimde yankılanan. Beynim boş bir oda gibi. Bir kendi sesim bir de hayalin, sabahtan akşama kadar yankılanıp duruyor. Sesim hayalini, hayalin sesimi kovalıyor. 
Tribe giriyorum , bazı bazı. "Acaba o da beni düşünüyor mudur?" diye. Cevabını biliyorum. Yas tutmak erkeklere özgü bir üsluptur. Kadınlar ise, acılarını içine atıp yola kaldığı yerden devam eder.
Neyse ,makine durdu. Çamaşırları asmak gerek. Kuruduklarında tekrar yıkamak için.

4 Kasım 2014 Salı

Köpek


Bu hikaye isimsiz bir şehirde belirsiz bir zaman diliminde başladı.

O gece ayağımın altında duran zemin, karın da etkisiyle yeni yeni kendini beyaza boyuyordu. Ayağımda kahverengi fiyakalı botlarım, modası geçmiş kot pantolonum ve kahverengi deri ceketim ile küçük, hiç de aceleci olmayan adımlarla yürüyordum. Ellerim soğuktan kıpkırmızıydı.


Saat gece yarısını biraz geçmiş olduğundan sokaklar yalnızlığa bürünmüştü.

Az sonra kendimi ahşap kapılı o barın önünde bulmuştum yine. İçeri girdim. Loştu içerisi ve her zaman olduğu gibi bir kaç kişiden ibaret olan müşteri kitlesi vardı. Boydan boya yürüyerek bir masaya oturdum. Deri ceketimi çıkarıp karşımdaki boş sandalyeye koydum onu, usulca sevgilisinin oturmasına yardım eden biri gibi. 

Birkaç dakika sonra barmen geldi. İsmini daha önce defalarca söylemiş olmasına rağmen yine hatırlayamadım. "Osi iyi geceler" dedi. "Sağ ol" dedim. Gerek yoktu ayrıntıya. Yanıma geldi, "Yalnız mısın?" diye sordu. "Evet." dedim. "O halde seni başka yere almak zorundayım." dedi. Neden olduğunu anlamasam da kalktım. Beni en köşeye, camın dibindeki masaya oturttu.

Burası daha loştu. Ceketimi bu sefer yan tarafımda bulunan sandalyeye koydum. Manzara güzeldi aslında, kar usul usul yağıyordu. Camlar hafif buğuluydu.

Bir bira söyledim hemen, çok geçmeden önümdeydi. Bir de kül tablası istedim. "Burada sigara içmek yasak." dedi barmen. Ancak ona uzattığım yirmi lirayla aramızdaki bu küçük sorunu çözmüş olduk. 

Hayatta iki şeyin tadı benim için çok önemli; birincisi biranın ilk yudumu, ikincisi yaktığım sigaranın ilk nefesi.
İkisini de çok büyük bir haz alarak yaptım. Sahi neydi beni bu buhrana sürükleyen o ilk olay... Tabi ki oydu. O neredeydi şimdi... Evlenmiştir belki de. Ya da ölmüştür... Kim bilebilir ki... Bir bira daha söyledim. Bir tane daha, sonra bir tane daha... Sonra tekila, bir tane daha tekila...

Sahi ne güzel yağıyordu kar... Buharlı cama ismimi yazdım. "Osi"


Barmen geldi az sonra, "Kapatıyoruz." dedi. Hesabı da getirmiş. Yüz elli lira. Tüm ceplerimi yokladım. Doksan iki liram vardı... Üzerini ertesi gün vermek üzere anlaşıp, ısrarla istediğim eşantiyon birayı aldım. Aslında bu paranın kalanını hiçbir zaman veremeyecektim. Ceketimi giydim, o ahşap kapıyı açtım ve soğuk hava yüzüme tokat gibi çarptı. 


Artık ayak izlerim daha çok belli oluyordu karda. Turuncu sokak lambalarının altında, boş ve anlamsızca yürüdüm, yürüdüm... 


Başımla gölgemi takip etmeyi bırakıp, onu ileri doğru kaldırdım. Az ileride sanki buhar gördüm, nefes alıp veriyordu bir şey... Daha dikkatli baktım, bir köpekti, kahverengi tüyleriyle sanki hiç soğuğu hissetmiyormuş gibi öylece bana bakıyordu. Göz göze geldim onunla. "Keşke onun yerinde olsaydım." dedim bir an. Sonra kendime onun gözüyle baktım. İşte karşımdaydı. "Git ve onu ısır!"


Ama o da ne, burnuma bir koku vuruyor. Bu koku o'nun kokusu. Kokuyu takip etmeye başladım. Sokak sokak,cadde cadde.. Adımlarım elimde olmadan sayısını artırıyordu. Koşmaya başladım dört ayağım senkronize biçimde. Geceyi artık nefesimden çıkan buharla aydınlatıyordum...Koştum onu bulma umuduyla..Yorulmadan,bıkmadan. Bazı arkadaşlarımı gördüm yolda..Havladılar onlar da ben gibi çığlıklar atarak. 


Derken..Yeşil kocaman kapıları olan mermer iki sütun direkten oluşan bir yapı gördüm. Bu iki sütunun üzerinde yine mermere kazınmış olan o yazıyı okudum. "Dün biz desizler gibiydik yarın siz de bizim gibi olacaksınız..Bu insan mezarlığıydı.


Yavaşça sokularak kapıdan girdim, artık sadece yürüyor, kokuyu takip ediyordum. Mezar taşlarına baktım insanların. Koku artık yaklaşmıştı iyice. Buralarda olmalıydı. 

Başımı sağa çevirdim.Oydu bu. Gözlerimden yaş süzüldü. Sonra dilimden hırçın bir ulama..Kurumuş güller vardı mezarın üzerinde, kar onları kapatmak üzereydi. Dilimle yalayıp temizledim mezar taşını. Birden elimden bira şişesinin düştüğünü fark ettim. Bir parçalanma sesi. 

O köpeğin gözlerinden gözümü ayırdım. Adım atmaya devam ettim. Yanından geçtim köpeğin. Sanırım ikimiz de birbirimizden korkmuştuk. 


Uzunca yürüyerek sonunda oturduğum apartmanın önüne geldim. Bir süre anahtar aradım. Soğuk ve alkolün etkisiyle kapıyı açmam uzun sürdü. Merdivenleri çıktım zar zor duvarlara çarparak. Dairemin önüne geldim. Bu kapıyı da açmam uzun sürdü. İçeri girdim. Botlarımı çıkardım,güzelce sildim onları. Ceketimi çıkardım,astım askılığa...Masanın üzerinde dün geceden kalan birkaç yudumluk tekila şişesini kafama diktim. Yatak odama girdim ışığı yaktım,duvarda asılı duran o gençlik yıllarından kalma fotoğrafıma baktım. 


Komidinin en alt çekmecesini açtım.. Tişörtlerin altından baba yadigarı revolverı aldım. Mermileri güzelce sildim. Revolverı da öyle.Bir sigara yaktım.Banyoya girdim.Küvete uzandım,revolverı başıma dayadım ve tetiği çektim.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Bir Fesleğenin Hikayesi








Bazı günler vardır; güneş açar, çok geçmeden kara bulutların arasında kaybolur, yağmur başlar inceden, sonra hızlanır yağmur, yine güneş açar sonra. Karmakarışık akar işte o günün içinde zaman...İşte tam da böyle bir günde gittim ve ona dedim ki: “Seni seviyorum.” 

Kızları rahatsız etmenin cesaret sayılmadığına, aşk denen şeyin seksten ibaret olmadığına inanarak söyledim bunu. Açık kahverengi gözleriyle bana baktı. Turuncu saçlarını rüzgar dağıtmıştı. Baktı, baktı, baktı... Bazen olur ya hani bakarsın boş boş. İşte o da o şekilde baktı; boş ve anlamsız. Gözlerine anlam yükleyememiştim. İyi biri olduğuma inanıyordum ama iyi olduğumu kendi kendime düşünmemin bir anlamı yoktu, başkalarının da benim iyi biri olduğumu düşünmeleri gerekiyordu, herkesin değil bir kısmının düşünmesi yeterdi iyi insan sayılabilmem için. 


Hem iyi biri olmak aşk içinde bir ölçüt sayılmazdı ki.

İyi biri olmam iyi bir aşık olacağım anlamına gelmezdi. 

Suskunluğu canımı sıktı, bazı insanlar her telden konuşmak ister canı sıkkın olduğunda, ben de konuşmaya başladım her telden...O da bakmaya devam etti. “Olmaz mı?” dedim. Bir şey söylemedi. “Anladım.” dedim. Boş boş baktı yine. “Siktir git be sen ne anlarsın!” dedim sinirlenerek. Misketinle oynarken mahallenin büyük abisi gelip o misketine çöker ya, o küçük çocuğun dediği gibi dedim: “Siktirrr git!”


Döndüm arkamı yürüdüm. Yürüdükçe boşaldı gözümün yaşları… Kimse kimse için ölmez, demişti zerdüşt. O ne bilir ki. En yakın bakkala girdim, “Jilet var mı?” dedim.”Var.” dedi, verdi, çıktım. Plastik kısmını kırdım, sadece metal kısmı, saf jileti ortaya çıkardım. Damarlarımı dikine kestim.


Kan... Kiminin midesini bulandırır ancak çok az insanın kaderidir akan kanını izlerken pişmanlık duymadan kendi ölümüne şahit olmak. O aktı, aktıkça bedenim üşüdü, o üşüdükçe gözlerim karardı.

İntihar edenlerin cenaze namazı kılınmaz, der Kur’an. Kılınmadı da… Beni hiç bilmediğim bir yere hiç bilmediğim kimseler gömdü. 


Karanlık, karanlık… Toprağın altı nasıl bir sonsuzluktur bilir misiniz? Hareket edememek... Karnının şişmesi...Ve minik böcekler, kurtlar... Ah o kurtlar… Bedenini kemiren, seni yavaşça yiyip bitiren… Geriye kemiklerin kalana dek. Kendi leş kokunu duymak nasıl yeni intiharlara yol açar… Bedenini o kurtlara, böceklere hediye edersin istemeden. Her hücren bu küçük canlılarda hayat bulur. Sonraları onlar da ölür. Karışırsın toprağa yavaş yavaş. Bu uzun yıllar sürer bazen.

Bir gün öylece beklerken toprakta, bir vakum beni içine çekti. Bir damara karıştım. Yavaş yavaş yükseliyordum, uzaklaşıyordum topraktan. Yol almaktan başım döndü. Gittim, gittim, gittim... Gittikçe güneşi gördüm. Durdum ve güneşe baktım. O da bana baktı. Bir aşkın sonunda, o açık kahverengi gözlerin sonunda, buradaydım. Kurtlardan, böceklerden kurtulmuş… 


İşte tam burada, güneşin karşısında genç bir çınar ağacının yaprağındaydım şimdi. O yaz çok güzeldi, altımda oynayan çocukların sesini duyabiliyordum. Bazı aşıklar gelip isimlerinin baş harflerini kazıyorlardı, bu durumda ben de ufak da olsa bi acı hissediyordum. Güneş her gün bedenimi yıkıyordu, gecenin serinliği doyumsuz hazlar veriyordu. Sevmiştim yeni hayatımı. Ben bir çınar ağacının yaprağıydım sadece. Seni bıraktığım günden beri yaptığım en iyi iş bir çınar yaprağı olmak. Yeşil... Sevmiştim bu rengi. Belki de renklerin en güzeli.

Ama gün geçtikçe tazeliğimi kaybettim. Sonra, nasıl insanların saçlarına ak düşer ya, bana sincabi çöktü. Sincabi, sincap rengi… Kahverengi yani... Yaşlılık bu mu? Hızlı bir gençlik,hemen sonra, hızlı bir yaşlılık... Her çınar yaprağı bir yaz yaşarmış. Yavaş yavaş kurudum, yazın bitmesini izledim hüzünle. Bir sabah, arkadaşlarımın tek tek düşmesini izlerken, bir poyraz beni de sarstı. İyice gücünü kaybetmiş sapım daha fazla tutunamadı dala, koptum. Uğraştım tutunmak için, ama nafile. Hayata tutanamayanlardık biz… Yoksa burada işimiz neydi.

Yavaşca süzüldüm, bir sürü ölmüş arkadaşımın yanına uzandım. Boşluk… Bir kez daha ölüm.


Bekledik... Bekledikçe, rüzgar tüm çınar yapraklarını birbirinden uzaklaştırdı, dağıldık...Yağmur yağdı üzerime, parçalara ayrıldım. Her parçama kar yağdı, bembeyaz karın altında kayboldum. Kar suyu çok soğuktu. Yalnızlık... Senin o açık kahverengi gözlerin gibiydim şimdi. Her bir rüzgar beni senin olduğun coğrafyadan çok uzak yerlere sürükledi. Üzerime sonsuz yağmurlar, karlar yağdı. Sonsuz güneşler açtı. Ve yine başladığım yere geldim. Toprağa karıştım. 


İçimde karıncalar koloni oldu, yuvalar açtı. Bir ot iliklerimi emdi bazen. Bazen güneş ciğerimi kuruttu...


Yine günler, tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali akarken, bir adam geldi, küreği kaptığı gibi beni siyah bir poşete doldurdu. Belle iyice parçalarıma ayırdıktan sonra daha küçük bir poşete koyup gürültülü ve kalabalık bir yere götürdü beni. Halk pazarıydı burası. Beni alan adam bağırıyordu, "Gübree!" diye. Yanımda satılık çiçekler vardı rengarenk.


Yıllar sonra seni o halk pazarında gördüm. Beni alırken adamla pazarlık yaptın, bir şeyler söyledin, avuçlarına alıp kontrol ettin, sonra kayıp gittim parmaklarının arasından... Ellerimi hiç tutmayan sen, şimdi beni bir gübre olarak kucakladın. 


Eve gittik birlikte o kalabalık pazardan kurtulup. Evin bahçeliydi, güzeldi. Bahçenin kapısı açtın. Bir çocuk, "Anne!" diyerek üzerine atıldı. "Kızım fesleğeni getir." dedin. O fesleğeni küçük bir saksıdan biraz daha büyük bi saksıya koydun. Dibine beni döktün, üzerime de su. İçime çektim suyu. Yavaş yavaş fesleğen olacaktım artık... 

Beni aldın sonra, sivrisinek gelmesin diye sanırım, yatak odandaki pencerenin önüne koydun. O gece ben fesleğene karıştım, bir sürü günaha şahit oldum o gece... Sonra sen uyudun... Günün ilk ışığıyla yanıma geldin yataktaki herifi bırakıp. Kokladın beni. Ellerini tenimde gezdirdin, daha da mis koktum mutluluktan... Artık ben hep yanındaydım. 

Beni en çok mutlu eden ne oldu biliyor musun? Beni koklarken söylediğin şey. "Ulaş, ben sana layık değildim..." 

Artık buradayım, yanında. Ta ki bu fesleğen kuruyup, çöpe atılana kadar. 

Kısır döngü dedikleri bu olsa gerek.

28 Ekim 2014 Salı

Hayaller





Yaşlanınca gerçekleştirmek istediğimiz hayaller...

Çoğumuzun kafasında kurduğu küçük bir sahil kasabasında ufak bir evle başlayıp uzun uzadıya giden küçük hayalleri vardır. Kaba olacak fakat onun da içine ettiler. Ettiler, öyle bir ettiler ki, kendi kendime hayal satar oldum.

Biri tutmuş saat hediye etmiş, öteki tutmuş cari açığı kapatmış, bir diğeri kaçak saray yaptırmış. Birine Gandhi demişler, kemiklerini sızlatmışlar. Biri de der açılım, cevap hemen bariz, sürecini parçalamayın. Diğer yandan işid teröründen kaçan sığınmacılar diğer taraftan bunların içine gizlenmiş hırsızlar, tecavüzcüler mahkumlar... 

Güneyde kukla örgütler, maksat petrol paylaşımı. 

Yok özgür Suriye yok, beyaz kefenliler, yok işid. Az aşağısında İsrail, Filistin. Kuzeye çık, Rusya'nın Ukrayna'da işi ne. Doğuya bak Ermeni sorunu diyorlar. Doğunun doğusuna bak Afgan halkı sıkıntılar içinde. İleri demokrasi oraya yıllar önce girdi ya. 

Batıda taht oyunları. Okyanusun diğer yanında Haiti'de açlık. Yeni Venezuella kuruldu, kapitale hizmete başladı. Afrika zaten içler acısı ve daha aklıma gelmeyen bir sürü yer...

Ne hikmetse buralara hep ileri demokrasi getirmek için girdiler; karıştırdılar. Bu yerlerde yaşayanların tek suçu bastıkları toprakların çok zengin olmasıydı.


Sahi nereden geldik buraya. Hatırladım; bir göz evim olsun, ufak bir de kayık, balığımı tutar, mangalımı yakar, rakımı içerim. Hatta hepsi Ay'da olsun. Kafam güzel olunca da dünyaya bakar bakar, yiyin lan birbirinizi, derim. Belki harmandalı bile oynarım.

21 Ekim 2014 Salı

Göz Pedi


 

Edison ışığı buldu bulalı tüm dünya aydınlandı.Önce insanoğlu karanlıkta yalnız kalmayı unuttu. Sonra da yalnızlığın kutsallığını. Ancak ışıktan sonraki en büyük icat da göz pedleri oldu bence. Çünkü göz pedleri hep Edison'dan öncesini, kaybettiğimiz değerleri hatırlatır oldu.

Çoğu zaman güzel bir kabusu böler bazen yanan bir ışık. Sayısı oldukça fazla olan insanların aksine ben kabuslarımdan kan ter içinde uyanmak istemem. Kabusların kutsallığına inanırım. Ben kabuslarımda kendimi Oscar almış bir filmin başrol oyuncusu gibi hissederim. Büyük hazırlıklar yapılmış, ismim okunmuş ve ben o sahneye çıkmışım, o ödülü ben almışım. Ama, göz pedleri ışığa engel olmaz sadece, gerçeklere de engel olur. Bazen bir gerçek bir hayata bedel olur, ya da öyle bir şey işte. Her gerçek bir acıya bedeldir. Acıyla yoğrulup ondan ders çıkaranlar ise büyük insan olurlar. Mesela Mustafa Kemal Atatürk, Dostoyevski, John Fante, Charles Bukowski, Kurt Cobain ve daha niceleri.

Ara sıra kalabalık bir bulvarda yalnız yürümek, sakin bir yerde oturup bir çok şeyi düşünmekten iyidir. Ya da feribota binmeye çalışırken, sırf 'Soldier of fortune' çalmaya başladı diye feribotu kaçırmak. Ara sıra da büyük bir şehirde bir yolda karşıdan karşıya geçmek, sırat köprüsünden geçmekten daha zordur. Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakmak gerekir, ilkokulda öyle öğrettiler bize. Sonra yürüyüp kendini sarı ışıklı iki gözlü şeytana bırakmaktır canını.


İntihar ederken de kurallara uymak gerekir. 

Bazı gerçekler vardır ki bu en büyük icatlardan biri olan göz pedleri bile engelleyemez. Kendine bir hayat kurarsın, yıllarını alır, ancak kırk beş saniyede o hayat senden geri alınır. Umulmadık bir on yedi ağustos sabahında. Kırk beş saniye kimine göre yalnızca kırk beş saniyedir. Kimine göre ise bir ömürdür kırk beş saniye. Şimdilerde televizyon izlediğim nadir anlarda, yarışma programlarında bu tarih soruluyor, bilemiyorlar. Oysa o kadar kolay ki. Keşke bir göz pedi bu gerçeği örtebilseydi. Eniştemi gördüm önce, göğsünde beton bir blok, dudakları susuzlıkdan kurumuş kanamıştı. Kuzenimin yerini anlattı. Su vermediler, midede basınç oluşmasın diye. Beton bloğu çektiler bir dozer yardımıyla. Kan damarlarına basınç yaptı ve öldü. Kuzenim ise o göçükten cansız bedeniyle güldü hayata. Keşke enişteme su verselerdi. işte o an ne Edison'un ışığı ne göz pedinin yokluğu ne intiharın gizemi hiç bir şey ama hiç bir şey bu anı aydınlatamadı.


Ölüm beklenmedik anlarda beklenmedik şekillerde gelir. Ben henüz on yedi yaşına yeni girmiştim. O an etrafımda gözü yaşlı akrabalarım. Feryat eden dayım ve kemiklerimi kırarcasına bana sarılan babam vardı. Ben o gün orada hiçbir şey hissedemedim ama hiçbir sey. Şimdi ise hissedemediğim o anı kabuslarımla hissediyorum bir film yıldızı gibi. Uyanmak istemiyorum. Göz pedimi ellemeyin.